Bilincin zaman içindeki konumu/içselcilik dışsalcılık
- doğa deniz
- 28 Haz 2021
- 9 dakikada okunur
Bilincin Zaman Kavramı İçindeki Konumu, İçselci Argümanlarla Ne Ölçüde Çelişir ve Dışsalcı Yaklaşımlara Ne Derece Daha Yakındır?
Tarih boyunca süregelen doğru bilgi arayışı ve epistemolojik tartışmalara birçok filozof tarafından farklı açıklamalar getirilmiş ve günümüzde halen bu tartışmalar devam etmektedir. Epistemolojik alanda içselcilik ve dışsalcılığın öne sürdüğü doğru bilgiye ulaşma yoluyla ilgili argümanlar, bilinç kavramının anlaşılması hakkında da bize birçok yol sunar. Bilinç ve öznellik kavramları arasındaki bağlantı da bilincin bir aracısı olduğu doğru bilgi arayışı gibi hem zihin felsefecileri hem de epistemologları ilgilendirmiştir. Bunun yanında, zaman kavramının bilince ne denli içkin olduğu da özellikle içselci epistemolojik argümanları sarsabilecek bir sorudur. Bu yazıda içselci ve dışsalcı argümanları açıklayarak tartışacağım, bilincimizin zaman kümesiyle olan ilişkisi üzerinden içselci argümanlarla ne denli çeliştiğini araştıracağım.
İçselcilik ve dışsalcılığın ortak problematiği bilginin gerekçelendirilmesi üzerinedir. Bu iki tartışmanın epistemolojideki ve zihin felsefesindeki konumu tam olarak aynı olmasa da epistemolojik tarafını kavrayamadan, zihin felsefesi alanını da tam olarak anlayamayacağımızı düşünüyorum.
Gerekçelendirmeyi tam olarak kavrayabilmemiz hem bu argümanları anlamamız, hem de bilinç ve zaman kavramlarıyla içselciliği karşılaştırmamız açısından önemlidir. Bilgi, Platon’un Theaetetos diyaloğundaki tanımıyla aisthesis, doxa ve logosun toplamından oluşur, diğer bir deyişle doğruluk ve inanç kümelerinin kesişiminde bulunur. Gerekçelendirme ise bu şemanın temelini oluşturur, doğru inancı bilgiye çevirir. Gerekçelendirme, bilginin şans faktörünü ortadan kaldırır.Platon’un bu tanımına gelen en önemli eleştirilerden biri de Gettier Problemidir. Gettier, gerekçelendirmenin doğru inancı bilgiye dönüştürmede yeterli olmayacağını savunmuştur. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, yolda yürürken bir tavuk görür. Aynı anda birden çok tavuk maketi de o canlı tavuğun yanında duruyordur. Adamın şans eseri gerçek tavuğu görüp ‘ben bir tavuk gördüm’ demesi gerekçelendirilmiş doğru inanç yani bilgi değildir der Gettier. Çünkü adam maketlerden birini görseydi de aynı cevabı verecekti, ve bu da yanlış bilgi olacaktı. İçselci ve dışsalcı tartışmalarda filozoflar, gerekçelendirmeyi temel olarak kabul eder ve sorgulamazlar. Burada önemli olan nokta
gerekçelendirmenin özneye içkin mi yoksa onun dışındaki olgulara mı bağlı olduğu sorusudur. Gerekçelendirme sürecinin bilgi sahibi kişinin bilince olması mı gerekir yoksa bilincinde olmadan da zihin dışı unsurların uygunluğuna göre gerçekleşebilecek bir proses olup olmadığı bu iki yaklaşımın yanıtlamaya çalıştığı esas sorudur.
İçselci yaklaşım, bilme eyleminin bilen kişinin zihninin içindekilerin toplamı veya farkında olması bilme sürecini oluşturur. diyerek bu soruya yanıt verir. İçselcilere göre eğer kişide farkında olmaklık yoksa, o halde kişinin bildiğini iddia edemeyiz. Bir şeyi bildiğimizden emin olmanın yolu iç muhakemeden ve bilişsel olarak kişiye erişilebilir olmasından geçer.Doğru inancımızın bilgiye dönüşmesini sağlayan gerekçelendirme kişinin kendi bilincinin içindedir. Zihne içkinlik durumu şans faktörünü ortadan kaldırır. Farkında olmaklık ve erişilebilirlik, gerekçelendirme için zorunludur. Hafıza, iç muhakeme veya iç görü gibi kavramların da ayrı bir önemi vardır ve bunlar içselcilere göre bilme eyleminin kendisidir.
Dışsalcılar ise içselcilere göre tamamen farklı bir yol izlerler. Birçok açıdan içselciliği eleştirirler. Dışsalcılar , bilgiyi kişinin bilincinde olması haliyle tanımlayamayacağımızı belirtir. Zihnimizin dışında da gerçeklerin olduğunu, olgu ve gerçeklik kavramlarının görmezden gelinemeyeceğini ve onları da göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuzun altını çizerler. Fakat tamamıyla dışa dönük, bilinçten ve subjektiviteden sıyrılmış bir görüş değildir. Zihne içkin olanları ve zihnin dışındaki olguları beraber ele almanın bize doğru sonuçları vereceğini söylerler. Yani bilgilerimizin doğruluğundan emin olmamıza yarayan ögelerin tamamının zihne içkin olmadığını iddia ederler. Öznenin farkındalığı, gerekli bir koşul değildir. Dışsalcılık da içselcilikte olduğu gibi bir çok alt başlığa ayrılır. Bunlardan biri de güvenilirciliktir. Güvenilircilere göre bilgiyi oluşturan inanç ögesi ancak ve ancak dış dünya ile nedensel ve doğru bir bağlantı kurabildiği ölçüde bilgiye dönüşür. Güvenilirci olan Goldman’in aşağıdaki sözü, dışsalcılığın benimsediği görüşü çok daha açık bir şekilde ortaya koyar:
“Doğru inançlarımızın gerekçelendirilmesinin yeterli olma durumu, bu inançların
uygun bir biçimde nedensel olarak ortaya çıkması ile garanti altına alınabilir”
(Goldman, 2018:175)
Dışsalcıların, içselcilere yönelttiği en önemli eleştirilerden biri de Kavanozdaki beyin argümanıdır. Bu argümanı kavrayabilmek, zaman bilgisinin bilince ne denli içkin olduğunu sorgulamamız ve böylece ortaya koyduğumuz problematiği yanıtlayabilmemiz açısından önemlidir. Bu eleştiri içselcileri bir çıkmaza götürür.Çünkü içselciler, zihin durumlarının temsil etme özelliğine tabi olmadıklarının altını çizerler. Bu durumda da gerçek ve hayali nesneler arasında bir fark olmaz. Sanrı sonucunda gördüğümüz nesnelerle gerçekte algıladığımız nesnelerin arasında herhangi bir fark olmamasından dolayı, içselciler neyin gerçek neyin hayali olduğunu saptayamazlar. İşte bu nedenle kavanozdaki beyin eleştirisi de içselcilere karşı çok güçlü bir argümandır. Temsilciler ise sanrıların gerçek nesnelerden oluşmadığından dolayı, bu tarz bir duruma yanlış temsil adını verirler.
Kavanozdaki bir beyin olduğumuzu hayal edelim ve tüm beyin fonksiyonlarımızın teknolojiyle ve belirli işlemlerle inanç ve simülasyon ürettiğini düşünelim. Bu durumda beynin elektronlarla ürettiği simülasyonlar olmuş oluruz ve bu dünya gerçek olmaz. O halde içselcilerin savunduğu, bilme eyleminin zihne içkin süreçler sonucunda temellendiği fikri burada çıkmaza girer. Çünkü bu yolla, kavanozdaki beyin olup olamayacağımızı bilemeyiz. Pollock’un ortaya koyduğu akıl yürütme de bizi kavanozdaki beyin olduğumuz taktirde doğru bilgiden emin olamayacağımız, gerekçelendirmenin güvenilir bir süreç olamayacağı düşüncesine yönlendirir. Bu akıl yürütmeye göre:
1. Öncül: Kavanozdaki beyin varsayımının yanlış olup olmadığını bilmiyoruz
2. Öncül: Eğer Kavanozdaki beyin varsayımının yanlış olduğunu bilmiyorsak, ayaklarımızın üzerinde yürüdüğümüzü de bilemeyiz
Sonuç: O halde ayaklarımızın üzerinde yürüdüğümüzü bilmiyoruz. (Pollock 1986:3)
İçselciler ise bu eleştiri karşısında , bilgi sürecini kendi içsel durumlarımızla edindiğimizi söylediklerinden dolayı , kavanozdaki beyin olmadığımızı yanlışlayamazlar. Daha önce sözünü ettiğimiz güvenilirciler ise kavanozun içindeki beyin olmadığımızı, zihnin dışındaki olgular ve gerçeklerle doğru ve güvenilir nedensel bir sürece sahip olduğumuz takdirde kanıtlayabileceğimizi söyler. Bilginin oluşma sürecine dördüncü bir unsur olan güvenilir bir nedensel süreci de eklerler.
Sonuç olarak kavanozdaki beyin argümanından yaptığımız çıkarım, bu dünyanın gerçek olmadığı taktirde bu dünyaya yönelik olan inançlarımızdan da emin olamayız. Bu inançlarımızdan şüphe etmeliyiz.
İçselcilerin kavanozdaki beyin eleştirisine birçok itirazları vardır. Moore’un eleri itirazı bu örneklerden sadece bir tanesidir. Moore sezgilerimize yaslanmanın, onlara güvenmenin bizi simülasyonda olamayacağımız sonucuna çıkardığını, bu dünyanın da gerçek olduğundan bu şekilde emin olabileceğimizi söylüyor.
Bunu daha da açmak gerekirse şu şekilde bir örnek verebiliriz; Bir gün bir filin kapımızı çalıp bir bardak un istediğini düşünelim. Bunu arkadaşımıza anlattığımızda ilk olarak bizim doğruyu söylediğimizi mi yoksa sezgilerine yaslanarak yalan söylediğimizi mi düşünür? Elbette sezgilerine güvenerek bu hikayeye inanmaz. Aynı şekilde, sezgilerimize yaslanınca, kavanozdaki beyin olduğumuzu düşünmemiz mi yoksa gerçek dünyada olduğumuza inanmamız mı daha uygundur? Moore bu yöntemle, akıl yürütmenin ilk öncülünü çürüterek, gerçeklikten şüphe duyamayacağımızı söyler. Farklı bir akıl yürütme yapar;
1. Öncül: İki insan eline sahip olduğumu biliyorum
2. Öncül: Simülasyonda olup olmadığımı bilmiyorsam, iki insan eline sahip olduğumu da bilmiyorum
Sonuç: O halde simülasyonda olmadığımı biliyorum
Fakat bu da bizi insanın evrendeki tüm bilgiye vakıf olduğu iddiasına götürmüyor mu? Madem sezgilerimiz bize doğruları sunuyor, o halde bilmediğimiz bu kadar çok şeyin olması nasıl mümkün olabilir?
Zihin felsefesi alanında dışsalcılığın duruşu da, epistemolojide olduğu gibi çevresel faktörleri dikkate almamız gerektiği yönündedir. Bu noktada temsilciliğin çok önemli bir yer tuttuğunu belirtmeliyim. Temsilcilik, zihin felsefesi alanında hakim olan bir eğilimdir. Bu eğilme göre, her zihin durumunun temsili bir içeriği vardır. İçerikten anlamamız gereken şey ise önerme biçiminde ifade edilebilir olanlardır. Buna inancı örnek olarak gösterebiliriz. Temsilcilik dış faktörlerin önemli bir yeri olduğunu belirtir. Temsil içerikleri dediğimiz şeyler, dışımızda olanları temsil ederler.
Bahsettiğimiz önerme biçimleri sadece dilsel karşılığı olanlar değillerdir. Aynı zamanda algılamak, görmek, koklamak gibi dilsel karşılığı olmayan fakat dilselleştirebildiğimiz şeyler de her ne kadar faaliyet olarak önerme statüsünü taşımasalar da önermesel şekilde ifade edilebilirler. Temsilciler bu gibi zihin durumlarının bir temsil içeriğine sahip olduklarını ve temsil içeriklerinin dışımızdakileri temsil ettiklerini savunurlar.
Şeffaflık savı temsilcilikte önemlidir. Zihnimizin şeffaf olduğu ve zihnimizi değil de karşımızdaki nesneyi algıladığımız yönündeki bir savdır.Filozof Edward Moore’un örneği bu savı daha açık hale getirir. Bir rengin bilincine dikkat ettiğimizde tek bulabildiğimiz o rengin kendisidir, der Moore. Şeffaf bir camın sadece arkasındakileri görebileceğimiz gibi, bilincin yöneldiği nesneyi algılayabiliriz. İç gözlem yaparsak eğer, zihnimizi kendi bilincimize yöneltirsek, o zihin durumunun temsili olarak tek bulabileceğimiz dışsal nesneler, gözlemlediklerimizdir. Deneyimlerimiz, bize gösterdiklerinden başka bir şey değillerdir. Zihnin özü, temsil etmekten oluşur. Temsillerin doğasını, temsil edilenleri temsil etmek olarak tanımlayabiliriz.
Temsilcilere karşı en ünlü görüşlerden biri de Thomas Nagel’ın yarasa örneğidir. Bu örnekte gördüğümüz üzere Nagel, öznel görüş ve algının var olduğunu belirterek temsilciliğe karşı çıkar. Bir yarasanın ve bir insanın deneyimledikleri ve algıladıkları birbirinden tamamen farklıdır. Çünkü yarasalar ses yoluyla algılarken, biz insanlar görme yoluyla algılarız. Bu noktada da bir yarasa olmanın ne demek olduğunu hayal bile edemeyiz. Algılarımız birbirinden tamamen farklıdır ve öznel bir görüş vardır. İnsan olmaklığın ne demek olduğuna ilişkin bir hisse sahibizdir.
Bu anlamda öznel görüşüyle bizim öznel görüşümüz hiçbir noktada kesişmez. Temsilciler ise bu karşıt argümana şu şekilde bir örnekle cevap vermişlerdir; 18 derecede yaşayan bir parazitin öznel görüşünü deneyimleyebiliriz. Çünkü 18 derece bir ısıyı temsil eder ve bu temsil içeriğini dikkate alarak onun deneyimizini anlayabiliriz.
Temsilciliğin dış faktörlere bu denli önem vermesi de dışsalcılıkla bağdaşır. Dış faktörlerin önemini şu şekilde ortaya koyabiliriz. Fiziksel özellikleri bakımından eş olan iki maddenin eş olduğunu düşünüyoruz fakat tekno loji ve bilimin gelişmesiyle bunların mikroskobik boyutta farklı nesneler olduğu ortaya çıkıyor. O halde ilk baştaki kabulümüz yanlış olur ve doğru bilgiyi dış faktörlerden ediniriz. Aynı şekilde ters bir mantıkla da bu örneği devam ettirebiliriz. Aynı olduğunu düşündüğümüz şeylerin, bilim ve teknolojinin araştırmaları sonucunda farklı iki şey olduğunu öğrenebiliriz.
Örneğin bir gölde yaşayan ve birbirine tıpatıp benzeyen iki kurbağa düşünelim. Herhangi bir karşıt kanıt olmadığı sürece bunların aynı tür olduğunu düşünürüz, fakat zoolojinin gelişmesiyle bilimadamlarının bu iki kurbağanın farklı türlerde canlılar olduğunu öğreniriz. Bunun sonucunda dış faktörlerle yanlış olan bilginin doğrusunu öğrenmiş oluruz. Gözlem ve deneyimlerimizin yanıldığını görürüz. Dışsalcılık ve temsilcilik de bu gibi örneklerde olduğu üzere, dış faktörlerin göz ardı edilemez olduklarını savunurlar. Deneyimlediğimiz temsilin içeriği temsil edilen nesneye bağlıdır. Bu örneklerle, bir temsil yalnızca içsel bir zihin durumundan ibaret olamayacağı sonucu çıkarırız. Çevresel faktörler, zihin durumumuzun içeriğini belirler.
Hillary Patmon, anlamın anlamı makalesinde, anlamların kafanın dışında, çevrede olduklarını söyleyerek dışsalcılığı biraz daha ileri götürür. John Mcdewel ise zihnin de kendisinin kafanın dışında olduğunu iddia eder. Zihni çevreye mal ederler. Konumlandırma dışa aittir. Extended mind hipotezi, zihni dışarda konumlandıran bir baka hipotezdir. Hafızanın oluşumunda çevrenin çok büyük bir yerinin olduğu ve hatta hafızanın çevrede de barındığını söyler. Tuttuğumuz notlar, kullandığımız araçlar gibi birçok şey. Hafızamızı oluşturur.
İçselci ve dışsalcı yaklaşımları ayrıntılı bir şekilde ve karşılıklı olarak ele almamızdan sonra, zaman ve bilinç arasındaki ilişkiyi bu iki argüman üzerinden ilişkilendirebiliriz. Öncelike zaman kavramını tanımlayarak, geçmişten günümüze zamanın kavranmasında nasıl hatalar yapıldığını ve bilimin bu yanlışları nasıl düzeltmeye çalıştığının üzerinde duracağım. Zaman kavramının tümüne vakıf olup olmadığımızı sorgulayarak, bilincin zaman içindeki konumundan ne anlatmaya çalıştığımı açıklayacağım.
Eski zamanlardan beri zaman, tam anlamıyla açıklığa kavuşamayan bir kavram olmuştur. Bu kavram birçok filozofun kitaplarında yer alan bir konudur. zamanın anlaşılması, insan mantığına oturtulması ve kökeninin saptanabilmesi adına mitolojiler ve hikayeler oluşturulmuştur. Zaman hakkında eskiden yanlış bilinen fakat günümüzde bilim ve teknolojiyle aydınlatılan birçok bilgi vardır. Bilim ve teknolojiyle doğruların ortaya çıkması dışsalcı yaklaşımları destekler, içselci yaklaşımlarla ise çelişir niteliktedir.
Zaman, daha önce de belirttiğim gibi mitolojilerde farklı kimliklere bürünmüş, kiminde doğrusal, kiminde döngüsel, kiminde ise hem doğrusal hem de döngüsel olarak tasvir edilmiştir. Antik Yunanda Kronos olarak bilinen zaman tanrısıyla zaman, tanrısal bir kimlik kazanmıştır. Platon, Timaeus kitabında zamanı, gök cisimlerinin hareketi süreciyle tanımlar. Hint felsefesinde ise zaman döngüseldir, hindu kozmolojisi özellikle reenkarnasyon olayı üzerine zaman kavramını inşa etmiştir. Ortaçağ felsefesinde, Augustinus, zaman üzerine çokça düşünmüş ve en sonunda zamanı zihnin distansiyonu olarak tanımlamıştır. Budistler ise zamanın ilüzyondan ibaret olduğunu savunmuştur.
Zamanın bu belirsizliğinin açığa kavuşması ve zamanın ölçülerek günlük yaşama yedirilmesi için, uzay, gezegenlerin hareketleri ve bunun gibi kozmolojik veriler incelenmiş ve ölçüm aletleri icat edilmiştir. Bilimin yetersizliği ve o dönemin dogmalarının koyduğu engeller nedeniyle, gezegenlerin hareketleri zaman zaman yanlış anlaşılmış, örneğin Galileo’ya kadar güneşin dünya etrafında döndüğüne inanılmıştır. Bu durum da bizi içselcilik ve dışsalcılık tartışmasına yeniden götürür. Yanlış bilinen bir bilginin, ölçümlerle ve dışsal faktörlerle , doğrusunun ortaya çıkarılması durumu dışsalcılığı destekler niteliktedir.
Zaman kavramı çeşitli açılardan içselcilikle çelişiyor fakat ben bu yazımda zamanın bilince içkin olmadığı üzerinde durmak istiyorum. Problematikte belirttiğim , bilincin zaman içindeki konumu derken, bilincin zaman kümesine içkin olduğunun altını çizmeye çalıştım. İçselcilikte savunulan, bilginin gerekçelendirilmesi sürecinin bilincin bizzat içinde olduğu kanısı bizi, zamana dair gerekçelendirilmelerin açık bir şekilde bizim bilincimizde olduğunu ve zaman konusundaki soruların cevaplarının da bilincimiz tarafından verilebileceğini söylüyor. Fakat hayatımızın her anında zamanı yanlış algılayabildiğimizi, göreceli bir durumun da ortaya çıktığını görüyoruz.
Zamanı bir kalıba oturtmamız, bu görecililik içinde oldukça zor olabiliyor. Einstein’ın izafiyet teorisi de bu göreceliliği anlatan bilimsel açıklamalardan bir tanesi. Keyifli zaman geçirdiğimizde zamanın çabuk aktığını hissetmemiz veya tam tersi durumlar da içselliğe bir eleştiri olarak gösterilebilir. Zamanın akışını yanlış kavramamız ve saate baktığımızda aslını görmemiz, dış faktörlere ne derece bağlı olduğumuzu gösteriyor. Bu durumlara birçok örnek verilebilir.
Bu örneklerden birisi de uyku ve rüya durumlarıdır. Rüyalarda zamanı tamamen farklı algılarız. Tam uykuya daldığımız saati bilmemiz imkansızdır. Rüya hali, zamanın bilincimize içkin olmadığını ve bilincimizde zamanı yanlış kavrayabileceğimizin bir başka açıklamasıdır. Gerçek zaman, rüya zamanından oldukça farklıdır. Zamanın yönü ve hızı gibi birçok özelliği rüya halinde birçok değişikliğe uğrar. Uyku anında ve rüyada, gerçek zamana ait olan düzlemselliği görmeyiz. Oluş sırası veya düzenli bir zaman yoktur. Zamansal sıçramalar gözlemlenir. Geçmişin, bugünün önüne geçtiğini, geleceğin ise geçmiş olabildiği bir süreçtir. Rüya gerçekliği algılara dayanır. Zamanı nasıl hissettiğimiz ve algıladığımız, gerçek zamandakinden tamamen farklıdır.
Zaman ve rüya arasındaki bu ilişki bizi , Moore’un elleri itirazına götürür. Daha önce de açıkladığım üzere Moore, kavanozdaki beyin argümanını çürütmek için, sezgilerimize dayanmamız gerektiğini söyler. Fakat rüyadaki sezgi ve algılarımız da, aynı rüyada algıladığımız zaman gibi, düzensiz ve gerçekdışıdır. O halde rüyadaki sezgilerimize yaslanmamız halinde, gerçekleri elde edemeyiz. Rüya halinde de rüyada olduğumuzu anlamıyorsak, gerçek hayatta, sezgilerimize dayanarak rüyada veya simülasyonda olmadığımızı söylememiz ne derece güvenilir olur?
Sonuç olarak çevremizde, zamanı yanlış algıladığımızı gösteren birçok örnek vardır. Sadece algıladığımız zamana değil, rüya örneğinden yola çıkarak, sezgilerimizden edindiğimiz ve çıkarsadığımız bilgilere de tam olarak güvenemeyiz. Dış faktörlerin doğrulaması olmadan bu bilgilere olan güvensizliğimiz daha da artar. Bilincin zamanı bu denli yanlış yorumlayabilmesi ve yanlış algılayabilmesi, bilginin ve gerekçelendirmesinin zihne içkin olduğunu savunan içselci argümanlarla çelişir. Zamanın göreceliliği, yanlış algılanması gibi durumlardan da ancak dış faktörlerin doğrulamalarıyla kurtulabiliriz. Dış faktörlerin, bilginin kaynağında ve algılarımızın doğrulanmasında taşıdığı bu büyük önem, dışsalcılık argümanlarını destekler. Zaman bilince değil fakat bilinç zaman kümesine içkindir. Zaman algısı ve bilgisi bilincin içinde olamaz.
KAYNAKÇA
1) Kavanozdaki Beyinler (BIV) Argümanı: Hepimiz Kavanozdaki Beyinler Olabilir miyiz?, evrimagaci.org
2) Philosophie de L’esprit – Jaegwon Kim
3) La Philosophie de L’esprit: Une İntroduction aux Débats Contemporains – Michael Esfeld
4) Le Corps et L’esprit – Olivier Massin
5) The Conscious Mind – David J. Chalmers
6) İçselcilik ve dışsalcılık- Taner Beyter
7) Internalist vs. Externalist Conceptions of Epistemic Justification - Stanford Encyclopedia of Philosophy
8) Internalism v.s. Externalism in the Epistemology of Memory B.J.C. Madison – Philarchive.org
9) Gettier Problemi Bağlamında Epistemik Gerekçelendirme Anlayışının Kritiği
10) “Définir le savoir après Gettier”
Joseph Vidal-Rosset
11) The Concept of Time
John E. Boodin
12) Exploring the neural correlates of dream phenomenology and altered states of consciousness during sleep
Julian Mutz, Amir-Homayoun Javadi
Comments